Şairler ve sinema; roman uyarlamaları, ressamlar ve sinema, tiyatrodan sinemaya uyarlama başlıklarına göreçok daha az yapıt üretilmiş bir alandır. Bu yazıda şairlere odaklanan on beş film üzerinden sinemada şairlerin izleri sürülmeye çalışılacaktır. Bu alandaki en eski uyarlamalardan birisi Sergei Parajanov’un 1969 yapımı Narın Rengi (Sayat Nova) isimli filmidir. Renk kullanımı, müziğin ön planda olduğu, biçim olarak yenilikçi, şiir tadında bir film olarak nitelenebilir. 18.yüzyılda yaşamış Ermeni halk ozanı Sayat Nova’nın hayatından ve çalışmalarından esintiler taşıyan ancak şairin yaşadıklarından çok duygularını son derece farklı, sembolik bir dille anlatan, diyalogun çok az olduğu bir Gürcü filmidir. Uzun süre Sovyetler’de yasaklı kalmış olması da manidardır. Total Eclipse (Tutkunun Şairleri) 1997 yapımı Agnieszka Holland imzalı bir filmdir. Senaryosunu Carrington isimli başyapıtından tanıdığımız Christopher Hampton’un yazdığı çağımızın iki ünlü şairi Arthur Rimbaud ve Paul Verlaine arasındaki ilişkiyi anlatan hem sürükleyici hem de nitelikli bir filmdir. Karısının kendi dilinden anlamadığını düşünen Verlaine’ın çocuksu, uçarı, renkli Rimbaud ile arkadaşlık ve dostluğu aşan ilişkisine odaklanır. Biyografik nitelikli bu başarılı film her iki ölümsüz şairin şiirlerinden güzel örneklerle edebiyatseverler için oldukça çekici bir izleme deneyimi barındırır. Rob Epstein ve Jeffrey Freidmann’ın Howl (Uluma) filmi 2010 tarihli bir filmdir. Beat kuşağının en önemli simalarından Alan Ginsberg’in Avantgarde başyapıtı, Uluma isimli uzun şiir kitabını yazma ve sonrasındaki olaylara odaklanır. Alan Ginsberg’in Beat Kuşağının manifestosu olarak anılan bu şiirinin müstehcenlik ve yerleşik ahlaki kurallara aykırılık savıyla yargılanmasını anlatan filmin son bölümü tamamen bu şiirden alıntılarla süregider. Beat kuşağının önemli ismi Lawrence Ferlinghetti’ye de filmde önemli ölçüde yer verilir. Beat kuşağı ile ilgili sinema tarihinde yapılmış beş filmden “Yolda” ile birlikte en iyisidir. Piyasada bulunan Uluma kitabının nitelikli çevirisini okumak içinde epey özendirici olduğu söylenebilir. Pablo Neruda dünya şiirinin kuşkusuz en önemli isimlerindendir. Onun üzerine yapılmış 1994 yapımı Michael Radford imzalı The Postman (Postacı)filmi ile Şilili yönetmen Pablo Larrain’in Neruda filmleri bu kategoride anılması gereken filmlerdir. Basit bir İtalyan postacısının ünlü şaire mektup getirip götürürken yaşadığı aşkı ve şiirin bu aşktaki etkisini ele alır. Son dönem Şili’nin en önemli yönetmeni sayılan Larrain ise Tony Manero, Postmortem, No, The Club filmlerinden sonra çektiği Neruda 1940’larda Komünist Partiye katılmak için kendi ülkesinde bir kaçak haline gelen ünlü şairin Müfettiş Oscar Peluchonneauile arasındaki kovalamacayı şiirsel bir dille anlatır. Her iki Neruda filmininde de kurmaca ve öteki karakterlere eğilen nitelikleriyle biyografi sayılmaları zordur. Ancak her iki filmde şairin eserlerine giriş anlamında heves uyandırıcı ve özelliklidir. Lope filmi 2010 yapımı Andrucha Waddington imzalı İspanyol erken dönem altın çağının şair, tiyatro yazarı üretken ismi Lope De Vega’ya odaklanır. Daha çok bir serüven filmi niteliğinde endüstri sinemasının kodifikasyonlarına yaslanan bir filmdir. Onegin bir şaire odaklanmasa da Puşkin’in uzun nazım şeklinde yapıtı Yevgeni Onegin’den Martha Fiennes’in yönettiği İngiliz yapımı bir uyarlamadır. Yevgeni Onegin Puşkin’in epik şiirler dizisi içindeki başyapıtı olup yazılması sekiz yıl sürmüştür.19. Yüzyıl Rusya’sının toplumsal ve entelektüel yaşamı üzerine açılımıdır. Puşkin’in yaşamı, sevgisi ve duyguları bu yapıtta doruğa ulaşmıştır. Filmde 1820’lerin St.Petersburg’unda bunalan genç aristokrat Onegin amcasından miras taşra köşküne gelir. Komşuları Lensky, Olga , kızkardeşi Tatyana ile tanışır. Tatyana’nın kendisine ilan-ı aşkı reddedişi, Lensky’nin aile onuru ile oynama anlamına geldiğinden kendini ölümcül bir düellonun içinde bulur. Puşkin’in de yaşamını bir düelloda kaybetmesi ilginç bir olgu olarak yarattığı şiir karakteri Onegin ile benzerlik taşıyacaktır. Kaydet Ben Bir Arabım, İbtisam Mara Menuhin’in Filistin ulusal şairi Mahmut Derviş’in hayatına odaklanan 2014 yapımı filmidir. 1964’te kaleme aldığı şiirinden yola çıkarak halkın temsilcisi olması, İsrail rejimince hapse atılması, son dönem arşiv görüntüleri ile Filistin’in sesi olmuş, vatansız, pasaportsuz şairin hayatına ve şiirine bakan biyografik başarılı bir belgeseldir. Önceki andıklarımızdan farklı, kurmaca olmaması ve tümüyle gerçeği yansıtma çabası önem taşır. Piano filmiyle çıkış yapan yönetmen Jane Campion’un Bright Star filmi 2010 yapımı John Keats’ın hayatını konu olan değerli bir filmdir. Çok iyi resmedilmiş doğa manzaraları eşliğinde romantik bir dekorda 1818 yılı Londra dışında geçen film Avustralyalı kadın yönetmenin en iyi filmi olarak değerlendirilmektedir. 23 yaşındaki Keats’in Fanny Brawn ile aşkı, bunun önündeki engeller, amansız hastalığı ve ölümü anlatılır. Ayrıca yirmi beş yıllık yaşamına sığdırdığı üç şiir kitabından örnekler içerir. Dünya sinemasından anacağım son üç film dünyanın en önemli kadın şairlerinin yaşamına odaklanır. Kanımca dünya şiirine damgasını vurmuş kadın şairler Anna Ahmatova, Furuğ Ferruhzad, Sylvia Plath, Elizabeth Bishop, Emily Dickinson’dır. Bu şairlerin son üçü ile ilgili üç film hem sinemaseverler hem şiir severler için çok hoş sürprizler içerir. Brezilyalı yönetmen ünlü siyasi film Four Days in the September’ın yönetmeni Bruno Baretta’nın 2013 yapımı Elizabeth Bishop’un hayatı ve aşkını konu alan Reaching for the Moon oldukça sağlam bir film olarak öne çıkar. Ülkemizde tek kitabı yıllar önce basılıp unutulmaya terk edilen Bishop’u yeniden gündeme getirmesi yanında dozunda romantik içeriğiyle etkileyici bir yapıttır. Rareand Commonplace Flowers isimli Lucia de Oliveria’nın kitabından uyarlanan film Bishop ile mimar Macado Soeres’in aşkını merkeze alırken Şair Bishop’u tanıtma işlevini de üstlenen başarılı bir filmdir. Az sayıda filmiyle Biritanya Sinemasında kendisine sağlam bir yer edinmiş Terence Davies’in A Quiet Passion filmi Emily Dickinson’un kusursuz bir portesidir. A Quite Passion, Dickinson’ın gençliğinden ömrünün büyük kısmını geçirdiği Massachusettes’de bir kasabada ölen ve şiirleri odasında kardeşince bulunup yayımlanan şairin bütünlüklü, derinlikli bir portresidir. Bu üç şair arasında gerek yaşamı gerek Sırça Fanus romanıyla en popüler olan Sylvia Plath’ın Christine Jeffs’in yönettiği 2003 tarihli Sylvia filmi bunlar arasında son değinilecek filmdir. Paltrow, Craig gibi star oyuncularla ve tamamen endüstri sinemasının içinde yaratılmış bu film Plath- Ted Hughes ilişkisini, Plath’ın intihara giden mutsuzluk, depresyonla dolu yaşamını gözler önüne serer. Sinema olarak tek çekiciliğinin dünyaca ünlü kadın şaire odaklanması olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir.
Türkiye’de son yıllarda çekilmiş biri belgesel üç film şairler ve sinema başlığında ele alınabilecek yegane örneklerdir. Bunların içinde en göz dolduranı hiç kuşkusuz sinemamızın en iyi belgeseli sayılabilecek 2012 tarihli Metin Avdaç imzalı Sabahattin Ali Belgeseli Sabah Yıldızı’dır. Tanıklıklar, belgeler, katline dair önemli bulgularla ince ince işlenmiş kusursuz bir yapıttır. Yazın dünyamızın sadece şair olarak değil yazar olarak da en önemli simalarından Ali’yi ve dönemini anlamak için birden çok kere, değişik amaçlarla izlenebilir. Son dönemde izlediğim Orak’ın Yaşar Kemal Efsanesi, Tabak’ın Çirkin Kral’ın Efsanesi, Önder’in Sessizlerin Sesi isimli Orhan Kemal belgeseli de parantez açarak bu ölçüde yetkin sayılmasa da biyografi belgesellerinin iyi örnekleridir. Sinemamızda anacağım ikinci film popüler dili, anlatımı, yönetmen ve oyuncularıyla geniş kitlelere ulaşmış orta halli bir Yılmaz Erdoğan filmi Kelebeğin Rüyası’dır. 2013 tarihli genç ve günümüzde az bilinen iki şair Muzaffer Tayyip Uslu ile Rüştü Onur’u anlatır. Zonguldak’ta yaşayan iki genç şairin Cumhuriyet, modernleşme, Avrupa’da yaşanan savaş atmosferinde Belediye Başkanın kızı ile arkadaşlıkları, aşık oluşları, sanat ve edebiyat ile ilişkileri üzerinden dönemini anlatır. İki genç şair o dönem çok yaygın olan ince hastalık olarak anılan veremin pençesinde yaşamlarının baharında hızla trajik sona ilerler. Yazıda anacağım son film Yetkin Dikinciler’in çok başarıyla canlandırdığı Türk Şiirinin usta şairi Nazım Hikmet’i anlatan 2007 tarihli Biket İlhan imzalı Mavi Gözlü Dev filmidir. 1941 yılında komünizm propagandası yapması nedeniyle hapsedildiği Bursa Cezaevinde Balaban ile dostluğu, Piraye’ye özlemi, cezaevi müdürü tarafından bildirilen mahkumiyeti ve dünyada süregiden savaşın içerideki etkileri anlatılır. Nazım’ı bütün yaşamı ile değil yaşamından bir kesit ile ele alışı ve dokunulmaz bir statüye yükseltmesi filmin eksikleridir. Şairleri konu olan andığım on beş film sinemada tespit edebildiğim ve izleme olanağına kavuştuklarımdır. Bu filmler bazı az bildiğimiz şairlere doğru yol açıcı olursa işlevini yerine getirmiş sayılmalıdır.